• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/annebabaokulu
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905327001004
  • https://www.instagram.com/matematikkafe
TRANSLATE
DESTEK OL
ÜYELİK GİRİŞİ
REKLAM ALANI-1

MATEMATİK DÜNYASI
EĞLENCELİ MATEMATİK
OKUL BAŞARISI
PSİKOLOJİ
SİTE HARİTASI
ZİYARET BİLGİLERİ
Aktif Ziyaretçi19
Bugün Toplam1188
Toplam Ziyaret2440607
Murat Tekineş
destek@iyotkokusu.com
KOŞAN EĞİTİMDEN EMEKLEYEN EĞİTİME-1
17/07/2017
matematikkafe.com
 
koy enstitusu matematikkafe.com

Yarım kalan bir eğitim rüyası:
 
Atatürk’ü en çok üzen konu, Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden 10 yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen ülkede ekonomi ve eğitim adına hala istediği seviyeye ulaşılamamış olmasıydı.
 
Bu halkın, nedenini dahi bilmeden Yemen, Trablus ve Balkanlarda nasıl cansiperane savaştığına yakından tanıklık etmişti. Kurtuluş savaşını da bu güce dayanarak, onların içtenlik ve yiğitliklerine inanarak başlatmış ve de kazanmışlardı. Ülke bağımsızlığına kavuştuğunda ise önce köylerin iyileşeceğini ve daha mutlu bir toplum yaratılacağını anlatmış buna da tüm halkı inandırmıştı.
 
Ama köylü halk geri kalmışlıktan ve zor yaşam koşullarından hala kurtarılamamıştı. ’’Eli makine tutan’’ ve ‘’Aklı hür vidanı hür’’ dediği kuşaklar bir türlü yetişmiyordu. İşte bu kaygılı ve düşünceli geçirdiği süreç onu bedensel yıpranmalardan daha çok etkilemişti…
 
Devlet kısıtlı bütçeden eğitime büyük pay ayırmasına rağmen yasalarda, anayasada ve parti programında da güzel maddeler olmasına rağmen eğitimin ekonomik giderlerini karşılamak zor oluyordu. Hatta dünyaca ünlü eğitimcilerde çağrılmış ama gelişmiş ülkelerde üretilen eğitim projelerinin hem maliyeti yüksek hem de bizim kültürümüze hiç uymuyordu. Oysa Atatürk Türkiye’nin gerçek sahibine yani köylüye hak ettiği donanımı vermek istiyordu…
 
Değişim de hiç kolay olmuyordu bu arada…1924-25 yıllarıydı ve bir yandan ülke için uğraşılıyor, diğer taraftan da sorunlar çıkıyordu. Doğuda ki, Şeyh Sait ayaklanması, İzmir suikast’ı, bir yandan fabrikaların kurulup ağır sanayi hamlesinin yapılması, halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması vb. büyük olaylar hep arka arkaya gelmişti bu yıllarda. Ama devrimler olanca hızıyla devam etmekteydi…
 
Bunlar olurken başbakan Fethi Okyar istifa etmiş ve yerine İsmet İnönü başbakan olmuştu. Ama devrimin ikinci kez Milli Eğitim Bakanı olan Hamdullah Suphi Tanrıöver ise hala meşrutiyet kafasında, eskiyi onarmakla ve imam hatip okullarını iyileştirmekle uğraşıyordu. 
 
Oysa devrimin en somut örnekleri önce eğitimde ve de köyde eğitimde görülebilirdi? Sizce de öyle değil midir? Hem yeni kurulan meclisteki genç ve devrimci milletvekilleri hem de bu işlere kafa patlatan aynı kafadaki gazeteciler, yazarlar bu durumlara çok tepki gösteriyorlardı…
 
İşte tam da bu sırada ‘’Türkiye Öğretmenler Birliği’’nin genç başkanı ‘’Mustafa Necati’’ Milli Eğitim Bakanlığına getirilmiştir. (20 Aralık 1925) Hem ülkücü bir öğretmen hem de Kurtuluş savaşında düşmana ilk kurşun sıkan kuvvay-ı milliyeci’lerden biri olması, onun eğitim ordusunun başına getirilmesinde çok kararlı ve titiz davranıldığını göstermektedir…
 
Bu genç ülkücü öğretmen görevde kaldığı üç yıl içinde yaptığı işlerle Türk Eğitim Tarihine ‘’Mustafa Necati dönemi’’ olarak adını yazdırmıştır. Onun döneminde yapılan işlere kısaca bakmak gerekirse; 26 Aralık 1925 te göreve başladıktan bir hafta sonra 3.Heyet-i İlmiye’yi toplamıştır. (8 Ocak 1926).
 Başkanı da kendisinin olduğu bu önemli toplantıda alınan kararlara kısaca bakılırsa;
 
-Gündüzlü okullarda karma eğitime gidilmesi
-Meslek okullarının ‘’Mustafa Kemalin gösterdiği doğrultuda’’ Teknik eğitimi amaçlaması
-Lise ve öğretmen okullarının geliştirilmesi
-Talim Terbiye Dairesinin kurulması 
-Öğretmenlerin ekonomik ve sosyal durumlarının iyileştirilmesi 
Kararları alınmış ve bunun sonucunda da 1926 da bu karaları da içeren 
-‘’789 sayılı Maarif Teşkilatına dair kanun’’ çıkarılmış
-Talim Terbiye Dairesi kurulmuş
-Dil Heyeti oluşturulmuş (Telif ve Tercüme yerine)
-Heyet-i İlmiye yerine geçecek olan ‘’Maarif Şurası Yönetmeliği’’ hazırlanmıştır.

27 maddeden oluşan bu yeni yasa ile okullaşmada yapılanma, plan program ve halk eğitimi vb. hedeflenmiş ilk etapta 10 yıllık plan yapılarak şehir ve köy ilk öğretmen okulları ayrılacaktı. Çünkü dönemin klasik öğretmen okullarının öğretmenleri yaşlanmış ve de yıpranmışlardı. Bu yüzden Cumhuriyet kendi eğitmen kuşağını yetiştirmeliydi.
 
Hemen sıcağı ile 1926 da Kayseri Zincirdere de 1927 yılında da Denizli de iki yeni öğretmen okulu açılmıştır. İş eğitimine önem verdiği için bu okulların klasik bilgi okullarından daha verimli olduğu da kanıtlanmış ancak maliyetlerinin yüksek olması sebebiyle (Tabii ki Türkiye koşullarına göre) hem de az öğrenci kapasitesi gerekçe gösterilerek bu okullar çoğaltılamamıştır…
 
Bu okullar Türkiye’de Köy Enstitüleri kuruluncaya kadar öğretmen eğitimine kılavuzluk etmişlerdir. Mustafa Necati’nin 1 Ocak 1929’da ani ölümüyle eğitim alanının da atılan birçok yeni adım ve yapılacak önemli işler öksüz kaldı. Zaten bu çalışkan ve yenilikçi bakanın çabaları da halkın laik eğitime karşı isteksizliğini bozamamıştı. Çünkü laik eğitim köylülerin beklentilerini karşılamıyordu ki; din baskısı eğitimden boşaltıldığı halde, program hala öğrenciye din eğitimi gibi anlamadığı bilgiyi ezberletmeye dayalı sürdürülüyordu ve tabi ki isteksizlik kaçınılmaz olacaktı. Öyle değil mi? 
 
Mustafa Necati’den sonra eğitimde ki birçok engelin kalkması daha kolay yol alınacağını düşündürmüştü ama maalesef öyle olmadı. Çünkü 1928’de dünya büyük bir ekonomik krize girmiş ve Türkiye’de bu buhrandan nasibini almıştı. Girişilen büyük bayındırlaşma ve sanayileşme hamleleri çok büyük giderler istiyordu. Ama söz konusu eğitim olunca devlet cömert davranıyordu. Buna rağmen batı örneği klasik tüketici eğitime para dayanmıyordu ki…
 
Mesela Mustafa Necati den sonraki bakan Cemal Hüsnü Taray ; Millet mektepleri ve Okuma seferberliği (meşhur bilenler bilmeyenlere anlatsın ) uygulamalarını başlattı fakat bu adımlarda cılız kaldı, dağ gibi eğitim sorunu karşısında. Asıl köye yarayışlı eleman sorunu daha çözülememiş ti?
 
O yıl Milli Eğitim bakanı yeniden değişti. Yeni gelen bakan, Esat Sagay’da köklü atılımlara yönelmeyip günlük eğitim işlerini yürütmekle yetindi çoğu gibi… Hatta bu dönemde (1931) Türk ocakları kapatıldı. (1932) Halk evleri açıldı. Çoğu meslek grupları köylere geziler düzenledi ve eğitim seferberliği başlattı ama yine yetersiz yine yetersizdi. Bir türlü köylere ve köylünün kalbine ulaşılamıyordu…
 
Mustafa Kemal’in isteği ile Milli Eğitim bakanı bir kez daha değişmiş bu seferde sıra Dr. Reşit Galip’e gelmişti. Onunda özellikle köyler ve köycülükle ilgili yapmış olduğu bir sürü projesi olmasına rağmen romantik köycülükten öteye gidemeyerek istenen başarıyı o da gösterememiş ve Atatürk’ü çok kızdırmıştır. (Atatürk onun Kurtuluş savaşı sırasında ve hemen sonrasında köy ve köyün sorunları üzerine neler yaptığını; Özellikle sağlık ve eğitim üzerine yaptıkları ve projelerini yakından biliyordu ve bundan dolayı ona çok kırılmıştı.) Fakat ayrılmadan önce ‘’Köy işleri komisyonu’’ nu kurmuştur.
 
Bu kurul, köyde eğitim ve köye göre öğretmen yetiştirme sorunuyla ilgilenecekti. Eski medreseliler gibi hem sürekli köyde kalacak hem de halkın sorunlarıyla ilgilenecek bir öğretmen nasıl yetişmeli? Sorusuna cevap arayacaktı…
 
1933-34’lere gelinmişti. Hala ilk ve ortaöğretimde öğrenciyi eleyen bir yöntem uygulanıyordu. Kent ilkokulları 5 yıl, köy ilkokulları ise 3 yıldı ve bu da hiç mi hiç adil değildi. Eğitimde fırsat eşitliği sağlamıyor ve yabancı gözlemcilerce de eleştiri konusu oluyordu haliyle…
 
Dönemin eğitimle ilgili başka bir ilginç ve can alıcı raporu da başbakan İsmet İnönü’nün 14 Mart 1934’te, CHP grup toplantısında yaptığı öz eleştiri yüklü konuşmasıdır. O güne kadar eğitimde yapılamayanları bütün çıplaklığı ve rakamlarla aynen aktarmıştı. 1930’lu yıllarda köy okullarına alınan 160 bin çocuktan ancak 60 bini bir üst sınıfa katılıyordu. Çünkü tarla ve bahçe işlerinde çalıştırılmak için bu çocuklar okuldan alınıyorlardı. Sırf bu bile başlı başına bir okula devam sorunuydu…
 
Ve İnönü bunu memlekete duyurmak zorundayım diyecek kadar da cesur davranmıştı. Ona göre öğrenciye çevredeki işleri okulda yaptırarak, hem ülkenin ekonomik gücünü yükseltmek hem de becerikli bir işçi kesimi yaratmak gerekiyor.

Yine o yıllarda kapatılmış olan köy yatılı okullarıyla köy öğretmen okullarının yerinin de doldurulması gerekiyordu. Çünkü özellikle ilköğretim okulu öğretmenleri nitelikli olmalıdır. Ayrıca da öğretmen okullarında tarım ve sağlık öğretimine yer verilmesi gereklidir diyordu başbakan İnönü… 
 
1924’te çıkarılan ‘’Öğretim Birliği Yasası’’ bile toplumdaki medrese kafasını, Osmanlı anlayışını kıramamıştı. Aksine medrese eğitiminin yerini daha kötüsü ‘’bilgi ezberleme’’ sistemi almıştı. Oysaki bize gerekli olan eğitim; kendilerini ve çevrelerini değiştirecek, meslek kazandıracak, modern üretimi ve ekonomiyi kurup güçlendirecek ve ülkeyi bayındırlaştırmada da etkili kılacak şekilde olmalı ve de tasarlanmalıydı…
 
O güne kadar Eğitim konusu hep özel idarelere bırakılmış, önemi yeterince kavranmamış hep oluruna bırakılmış ve de bir iç politika malzemesi olarak kullanılmıştı. Daha kötüsü ise o güne kadar ilköğretimin köylerin tamamına ulaşması için gereken maliyet bile hesaplanmamıştı. Böylesine ulusal çaplı bir kazanım için kimsede yürekten seferberlik çabası yoktu ve işin en acı tarafı da buydu…
 
Bir ışık lazımdı bize, bir kıvılcım gerekliydi? Yeni kültür bakanı Saffet Arıkan, Atatürk’ün kendisinden istediği köylere yönelik eğitim seferberliği için kafa patlatıp iyice bunalmışken aradığı ateş ayağına geldi. Ona bu kıvılcımı getiren aydın bir kuvvay-ı milliyeci, Atatürk devrimlerini iyi benimsemiş hem dürüst hem de çalışkan bir partili olan, eğitimci Nafi Atıf Kansu’ydu. Onun bakana getirdiği bu isim, müsteşarlık yaptığı zamanlarda, Almanya’ya gidip gelirken tanıdığı ve hiçbir göreve talip olmayan ama aldığı görevi ise en iyi şekilde yapan, sonradan da bacanağı olan Gazi Eğitim Enstitüsü yöneticisi ve resim-iş bölümü öğretmenliğini de yapan İsmail Hakkı Tonguç’tan başkası değildi…
 
O günlerde Atatürk’ün eğitim seferberliğine verdiği önemden dolayı partiden ve bakanlıktan görev alma beklentisinde olan çok uyanık vardı. Ama Nafi Atıf Kansu’nun seçtiği bu adam; Atatürk devrimlerinin yerine oturmayışının nedenini, ülke nüfusunun % 80’ini oluşturan köylüye gereğince yönelinmediği noktasına çeken ve bu konuda hem partiyi hem de kendisini kıyasıya eleştirmekten de çekinmeyen bir karakterdeydi ve işte bu yüzden önermişti Kansu onu bakan Arıkan’a…
 
Gerçi bakan Arıkan’da yabancı değildi bu isme, onu daha öncede duymuştu. Bazı kurullarda ki tartışmalarda haklı duruşuna şahit olmuştu. Eğitim konusunda başkalarından farklı olan tutumunu ve zengin birikimini de öğrenmişti. Ayrıca 10.yıl açık hava sergisini de hazırladığı için onu Atatürk ve İnönü’ye tanıtmasının çok zor olmayacağını düşündü…
 
Bakan Arıkan ilk iş olarak onu odasına çağırıp, parti programını eline tutuşturdu ve işaretli sayfaları inceleyip fikrini söylemesini istedi kendisinden. Tonguç, fikrini soran bakana; Efendim, bu maddelerdeki ilköğretime ait olan görüşler bir rüyaya benziyor dedi. Ve bakan da kendisine çok kızdı, ardından da sen bizim partimize hayalci bir parti mi diyorsun? Diye sordu…
 
Evet, onun gibi bir şey efendim. Çünkü tatbik edilmeyen fikirler hayalden öteye geçemezler diye cevap verdi. Ama bakan sakin sakin gülümseyerek ona şunu dedi; peki sen bizim bu tatlı hayallerimizi hakikat yapabilir misin? Yap da görelim bakalım dedi. Bunun üzerine Tonguç’ta; Efendim, ben ne CHP’yim ne de Devlet. Onların yapamadığını nasıl yapabilirim ki dedi.
 
Bakan da bunun üzerine, peki sana zahmet verdim yine görüşürüz diyerek onu uğurladı. Tonguç, Gazi Eğitim Enstitüsündeki görevine dönünce bakanlıktaki bu olayı düşünmeye başladı ve bir yandan da işlerine gömüldü. Bir hafta geçmişti ki üzerinden, bakan onu tekrar çağırdı ve yanına gelir gelmez de koluna girerek onu ilköğretim genel müdürlüğü odasına götürdü. Ve Allah muvaffak etsin sonra gene görüşürüz diyerek kapıyı üzerine kapatıverdi…
 
Kapatış o kapatış. Sanki bakan kapıyı üzerine kilitledi de mecbur kaldı bu işi yapmaya Tonguç. Ve tam on yıl boyunca eğitim işleri ile sürecek mücadelesi de başlamış oldu. Hatta göreve getirildikten sonra bu görevde gözü olanlar tarafından, ne bu göreve layık olmadığı kaldı ne öğreniminin yüksek yöneticilik için yeterli olmadığı, ne de göçmen olması kaldı? Ama o bunlar karşısında hep sustu…
 
Tonguç, çocukluğunda eğitim için çıplak ayakla İstanbul’a koştuğunda, ilk iş olarak kapısına gittiği Osmanlı paşasının kendisine, parası olan okur demesine kızıp, görürsün sen hem okuyacağım hem de benim gibi parasız olanların okuması için ömrüm boyunca çabalayacağım diye ahdetmişti. Sanki kültür bakanı Arıkan onun bu içten yeminini duymuş ve ona bu büyük fırsatı vermişti. Ve artık o da bundan sonra kız erkek tüm çocukların eşit olarak eğitim görmesi için çabalayacaktı…
İnancının temelini oluşturan sebeplere ve yola nereden başladığına göz atmak gerekirse eğer; Önce Silistre’de fakirlik içinde geçen çocukluğundan beri, kafasında yeşertip büyüttüğü, eğitimde herkese eşit fırsat tanınması ve kendi gibi parasızların da okuyabilmesi fikrini iyice olgunlaştırıp şekillendirendi. Onu köyde eğitimin hedefleri ve de eğitimde fırsat eşitliği doğrultusunda ateşleyip yüreklendiren şey, Atatürk’ün İzmir iktisat kurultayında ileri sürdüğü şu görüştür; 
 
‘’Ekonomik kalkınma Türkiye’nin daima bağımsız ve daha güçlü olmasının belkemiğidir. Türkiye böyle bir kalkınmada iki güce dayanacaktır. Bunlardan biri ülkenin toprağı, iklimi gibi başlı başına bir servet olan coğrafi durumudur. Biri de Türk köylüsünün, silah kadar makine tutmaya da yaraşan güçlü eli ile ulusal olduğuna inandığı işlerde ve zamanlarda tarihin akışını değiştiren yüksek ve sosyal duygusudur.’’

Bu sözler öyle yenilir yutulur cinsten sözler değildi. Hele de Kapitalist-Emperyalist sömürgenler ve Feodal güç baronları tarafından hiç yutulamayacak sözlerdi. Hem de o günlerde? Hiç mi hiç değildi… 
 
İşte, İsmail Hakkı Tonguç’ta maneviyatı ve azmi yüksek olan bu sözlerden güç ve cesaret alarak çıktı yola. Ve de köyde eğitimin hedeflerini gerçekleştirebilmek için gerekli olan, özellikle de membaında açacağı ‘’köy okulları’’ ve ‘’köy eğitmen yurtları’’ gibi % 80’i köylü olan Türkiye’nin eğitim sisteminin yol haritasını çizebilmek için…

Ayrıca ona göre yeni bir eğitim sistemi yaratmak için öncelikle büyük bir ruha ve de yüreğinde sevgi ve inanç besleyen, insan desteğine ihtiyaç vardı. Gerisi okullar ve enstitüler açıldıktan sonra kendiliğinden gelecekti zaten ve sistem kendi kendini finanse edecekti. Ama sistemin tam oturması ve eğiticilerin yetişmesi için ise en az 15 yıla ihtiyaç vardı…

İlköğretim genel müdürü olana kadar kafasının içinde hep bu planlarla ve idealle dolaştı Tonguç ama idealini gerçekleştirebilmesi için aradığı fırsat en nihayetinde ayağına geldi. Bu vesileyle de Allah hem onun hem de Türk insanının, Türk köylüsünün yüzüne gülmüş oldu.

Bakan Saffet Arıkan çok geçmeden kendisinden ülke nüfusunun eğitim haritasını ve köy okulları için gerekli olan maliyetleri istedi. Zaten elinde daha önceden yaptığı bir ön araştırması ve gerekli okul maliyetlerinin kabataslak yazılı bir dokümanı vardı. İsmail Hakkı, üzerinde fazla çalışmasına gerek kalmadan ufak tefek düzeltme ve eklemeler yapıp bakana istediği raporu verdi. İdealist bakan da atladı üzerine durur mu? Hemencecik göz gezdirip, inceledikten sonra daha detaylı ve gerçek son maliyetleri gösteren yeni bir rapor hazırlamasını istedi ondan, çünkü o getireceği raporu başbakana ve Cumhurbaşkanına (Atatürk’e) gösterecekti…

Bakan 6 ay süre verdi ona. Neredeyse Anadolu’nun tamamını gezdi Tonguç. Yerinde bilgi aldı. Önce köy ilkokul öğretmenlerini yetiştirmek için kuracağı köy enstitülerinin yerlerini belirledi. Sonra da toplam maliyetlerini çıkarıp bakana bir eğitim muhtırası olarak sunduğunda, böyle bir ulusal eğitim planı zaten parti programında da olduğu için neredeyse boynuna atlayacaktı Tonguç’un.

Hemen Başbakan ve Cumhurbaşkanına çıkardı raporu Bakan Arıkan. Onlardan da jet hızıyla kabul gören ve özellikle Atatürk tarafından uzun süredir beklenmekte olan bu ‘’eşitlikçi ve imece ürünü ulusal eğitim planı’’ kısa bir süre sonra Meclis gündemine gelip, büyük bir çoğunlukla kabul görerek Genel kuruldan geçmiştir…

Sistemin en ilgi çeken ve kabul gören tarafı, kurumların kendi kendini inşa edecek olmasıydı. Eğitimci ve öğretmenlerin de köylerden ve de köy sistemini iyi tanıyan çocuklardan seçilecek olmasıydı. Aynı zamanda, sistemin yapacağı üretimlerle de kendi döner sermayesini oluşturması fikri idi…

İş ve meslek kazandıracak, eğitimli işçi, çiftçi, sağlıkçı, balıkçı, sanatçı, yazar, marangoz, demirci, yapı ustaları, tarım makine operatörleri ve daha nicesini? çıkaracak olması da ayrı bir cazibe sağlıyordu bu eğitim girişimine. Düşünebiliyor musunuz? Tohumlar, ağaçlar, meyveler rastgele dikilmeyecek, toprak eğitimli insanlar tarafından ekilip biçilecek, sağlık işleri, doğumlar ve sünnetler köylerde eğitimli kişiler tarafından yapılacak, sakat doğum ve yanlış uygulamalardan kaynaklanan ölümlerin önüne de geçilmiş olacak ve Atadan dededen kalma yöntemlerde böylelikle bırakılacaktı. En önemlisi köylü bu eğitim sistemiyle aşırı kadercilikten kurtarılacaktı?..

Tonguç’un ideali gerçekleşmek üzereydi ve gece gündüz demeden başladı işlere. Çünkü kendine tanınan bu fırsatı zaman geçirmeden değerlendirip, ülkeye kazandırması gerekiyordu. İşe önce eğitilecek gönüllüleri bularak başlamalıydı. Kısa sürede bunları yani eğitime aç, gönüllü ordusunu da buldu. Hem de tıpkı Mustafa Kemal’in Kurtuluş savaşında ülkenin kurtuluşu için aradığı vatanseverleri bulması gibi…
 
Tonguç bu geziden döndüğünde inceleme ve gözlemlerini Milli Eğitim Bakanlığının ‘’İlköğretim gazetesinde’’ üç bölüm halinde yayınlamış ve bu ülkelerdeki eğitim grafiklerini yıllara ve nüfusa göre sayılarla vermişti. Edindiği izlenimi soracak olursanız bence; Eğitimdeki açık, çalışmayı tapınma kadar kutsal saymamaktan oluyor. Ve Tonguç’un bu verimli geçen geziden döndüğü 1938 güzünde çok üzücü bir olay oluyor? Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve Türk toplumunun Atatürk’ü, hayata veda ediyordu. Ülke, her yer, herkes büyük ve onulmaz bir yas’a bürünüyordu…

Ama ölenle ölünmezdi. Tabi ki o ölmedi, Türk milletinin kalbine gömüldü denilerek, devrimlerine sahip çıkılması ve bıraktığı yerden devam edilmesi gerektiği konusunda toplumca birleşip, özellikle eğitim sorununa çözüm için aynı hızla devam edileceğine dair adeta yemin edildi…

Ve çok geçmeden Eğitim bakanı Saffet Arıkan, sağlık sorunlarını gerekçe göstererek görevinden istifa etti. Yerine onun boşluğunu doldurabilecek ve Türk Eğitim Politikasının en aydınlık en başarılı dönemini yaşatacak olan, İzmir Milletvekili Hasan Ali Yücel getirildi. Bu adam 41 yaşında, genç ve dinamikti. Ayrıca Mustafa Necati’nin ekibinde Maarif Müfettişliği yapmıştı. Öğretmendi, yazardı, Şairdi, politikacıydı. Kısacası bu işi kotarabilirdi ve kotardı da!

Milli Eğitim Bakanlığı’na atanma yazısı gelince, Cumhurbaşkanı İnönü çağırdı kendisini ve Arıkan’ın başladığı işleri sürdürmesini istedi. Bakanlığa döndüğünde, bu seferde İsmail Hakkı Tonguç odasına gelerek istifa dilekçesini verdi. Ama bakan Yücel ona birlikte çalışmaları için bir engel bulunmadığını söyledi. Ve Tonguç’ta öylece kaldı o çok sevdiği görevinde, 1946 yılına dek beraber çalışacaklardı. Bu ikilinin fotoğrafları ve isimleri hep yan yana anılacaktı. Öyle de oldu zaten…

Hasan Ali Yücel, sadece ilköğretim seferberliği değil, kültürün diğer alanlarına da çok önem veriyordu. Mesela; Dünya klasiklerinden çeviriler, halkevleri, resim, müzik, şiir, sinema, tiyatro gibi kültürel etkinliklerin de tümünün ülkede yerleşmesinin yolunu açmıştı…

1939 yılının temmuz ayında, Ankara’ da 1. Eğitim şura’sı toplanmış ve yine ülkenin köy gerçekleri, köyde eğitimi canlandırma ve ülkenin köye eğitim götürme yolunda bugüne kadar yapılanlar, tabi bundan sonra yapılacak olanlar da bir rapor halinde sunulmuştu. Bakan Yücel’de Tonguç’un muhtırası, daha öncekilerin yapmaya çalıştıkları ve de İnönü’nün de köyde eğitim için tavsiyelerini yinelemişti.

Ayrıca Köy öğretmenlerini, köyde doğup büyümüş, köy koşullarını yakından tanıyan gençlerden seçip, köy koşullarının canlı olarak yaşanacağı, öğretmen okullarında yetiştirme işinin bakanlıkça ilke olarak benimsendiğini belirterek, iki yıldır yapılan canlı deneylerle de epey yol alındığını sözlerine eklemişti. Ama Tonguç, ilköğretimi planlayan kişi olarak bu eğitim şura’sında hiç söz almamış. Ama buna rağmen eleştiriler de gelmişti tabii ki?..

Şura’nın raporunu günlerce inceleyen ‘’Köye göre öğretmen yetiştirme plan ve program komisyonu’’ geçmiş yıllarda köy eğitiminin aksadığını kabul etti. Ve bu çok sayıda köy öğretmeni yetiştirme planının hızla uygulanmasına karar verildi. Alınan kararlar sırası ile;

1-      Küçük köyler ve 400 den çok nüfuslu köylerde denenen eğitmen ve öğretmen yetiştirme kurumlarının çoğaltılmasına,
2-      Köylerde eğitimin Türkçe Anadilde olmasına,
3-      Eski üç sınıflı okulların kapatılmasına,
4-      Eski öğretmen okullarının kendi içinde düzeltilmesine,
5-      Yeni öğretmen okullarının bunların dışında kurulup genişletilmesine,
6-      Ve öğretmenlerin köyde iyi çalışabilmesi için her türlü önlemin alınmasına karar verildi.

Şura bittikten sonra bazı eğitmen kursu yöneticileri bile, Tonguç’un ideallerine hayal gibi baktılar. Ama o ‘’Enstitü’’ fikrini çoğunun kafasına yatırmayı başarmıştı. Ardından hemen bir yurt gezisine çıktı. Yasa TBMM’ne gitmeden önce, bölgeleri dolaşıp yeni Köy Enstitüleri için yer seçmek ve deneme öğretmen okullarını da bu büyük dönüşüme hazırlamak içindi bu yapacağı gezi…

17 Nisan 1940 Yılında TBMM’de onaylanan ‘’Köy Enstitüleri Yasası’’ nın gerekçesinde; Köy öğretmeni ile birlikte başka teknik elemanlar da yetiştirileceği ve çeşitli mesleki uygulamalar da yapılacağı için, bu merkez kurumlara ‘’Köy Enstitüsü’’ adını vermek doğru olacaktır denilmiştir. Ve yasanın 316 oyla genel kurulda kabul edilmesinden sonra bakan Yücel; ‘’Çok insanın emeğini içinde barındıran bu yasa aşağı yukarı 15 yıl sonraki bir gerçeği bize bugün tatlı bir hayal olarak düşündürtmektedir. Kendi payıma bunun mutluluğu içindeyim diyerek çok umut vaad eden bir kapanış konuşması yapmıştır.

Bakanın yaptığı bu kapanıştan sonra ülkede, yeni bir dönemin kapıları açılmıştı. Enstitü müdürleri atama buyruklarını alıp yola çıkarlarken şunu iyi biliyorlardı ki, gittikleri yerlerde kendilerini bekleyen hazır bir okul olmayacaktı? Gider gitmez öğrencileriyle birlikte işe koyulup, birçok birim ve alanıyla beraber, Enstitülerini kendi emekleriyle kuracaklardı. Bununla beraber Türkiye’nin temel eğitim ve köyde eğitim politikasını uygulamaya geçirme ve programını yaratma yetkisi ellerine teslim edilmişti. Ve yapılan planlamaya göre de 1955 yılına kadar tüm köyler okula, öğretmene, sağlıkçı, ebe, tarımcı ile beraber birçok teknik elemana da kavuşacaktı…

Ayrıca Köy Enstitülerinin önce kendi çevresini kalkındırması doğal olanıydı. Yer seçimlerinde belirleyici olan ölçüler, bu kurumların kent dışında, anayollara yakın bir köy kenarında kurulmalarıydı. Çünkü Enstitülerin kendi alanlarına giren illerle iletişimi olmalıydı. Daha önce İzmir Kızılçullu, Eskişehir Çifteler, Kastamonu Gölköy, Edirne Karaağaç’ta kurulmuş olan öğretmen okulları, hemen Enstitüye dönüştürüldü. Eski öğrencileri de aynı haklarıyla Enstitüye devredildi.

Yer seçiminde başka bir koşulda, Enstitülerin işlenmemiş topraklarda kurulmasıydı. Ve bu çok eleştirildi. Ama köylü için yapılan bu atılımdan maksat, onların zaten az verimli olan topraklarına el koymak değildi ki, zaten bu yeni kuruluşların ekonomisi de kısıtlıydı. Verimsiz toprakların işlenerek daha verimli hale getirilmesi, ülke ekonomisi içinde kazanım olacaktı. Hatta çoğu Enstitü, kuruluşunu çadırda başlatmıştır. Sadece Kars Cılavuz,  İzmir Kızılçullu, Haruniye Düziçi gibi bazı enstitüler eski yapı ya da kışlayı kullanarak, işe yani eğitime başlamıştı. Ve şimdi köylerin yakınında karargâh kuran eğitim, Türkiye’nin cahilliğe ve gericiliğe karşı başlattığı hakiki kurtuluş savaşını veriyordu…
 
1940 yılında bu zor koşullarda 14 bölgede açılan Enstitü sayısı 1941 yılında 16’ya, 1942 yılında 18’e, 1943’de ise 20’ye ulaşmıştı. Önceleri 1940 da 14 yerde açılan köy enstitülerine çevre illerin tümünden öğrenci alınarak bölgeler ve kesimler arası denge sağlanmaya çalışılmıştır. Sonradan diğer Enstitüler açılınca da bölgeler arası transferlerle dengeler tekrar korunmuştur. Türkiye’de hiçbir bölge hiçbir il bu 15 yıl boyunca eşit şekilde yağacak olan eğitim sağanağından mahrum bırakılmamıştır…
 
Mesela ; Malatya Akçadağ da açılan Enstitüye Sivaslı öğrenciler, Kars Cılavuz’a açılan Enstitüye Erzurumlu öğrenciler alınmış, sonraki yıllarda bu illere de Enstitü açılınca öğrenciler kendi kesimlerine gönderilmişlerdir…

Trabzon Beşikdüzü ve Sakarya Arifiye Köy Enstitülerinde balıkçılık ön planda iken, Malatya Akçadağ Enstitüsünde kayısı bahçeciliği ve meyvecilik, Kars Cılavuz’da ise hayvancılık daha ön plana çıkmıştır. Yani bu Enstitüler kurulurken bölgelerin coğrafi ve ekonomik özellikleri göz önüne alınmıştır.
 
Türk köylüsü esas yeniliği 1940 yılının nisan’ından sonra yaşadı. 3803 sayılı yasanın getirdikleri onların rüyada bile göremeyecekleri cinstendi. Çünkü gelen haber onları çok şaşırtmıştı. Devlet ilk defa vergi değil, yol borcu, hapislik ya da ikinci askerlik istemiyordu da ; Eğitim vermek için kızlarını ve oğullarını istiyordu! Devlet çağrı göndermişti. Yeni açılan Köy Enstitülerinde parasız yatılı olarak okuyacak ve  kendi köylerine öğretmen, sağlıkçı, ebe ve tarımcı olacaklardı. Bir yanlışlık olmasın sakın bunda diyenler bile oldu içlerinde, çünkü hakikaten çok şaşkınlardı…
 
İlk yıl öğrenci kadrolarında sayı olarak sıkıntı olmasına karşın (özellikle kızlarda) sonradan öğrenci akını olmuştu. Bir yandan da ikinci dünya savaşının patlak vermesi, bu yeni çiçeği burnunda eğitim hamlesinin elini zayıflatıyordu. Çünkü komşumuz Yunanistan’da savaşın içindeydi. Bu yüzden Türkiye bu savaşın her ne kadar içine girmese de ekonomik ve sosyal yönden sıkıntılarını çekiyordu. Haliyle bir yandan da bu yaşamsal önemdeki eğitim seferberliğini sürdürmek hiç kolay olmuyordu…

Çünkü savaşın ateşi, daha kuruluş aşamasında olan Enstitülerin içine kadar düşüyordu. Yeni göreve başlayan yönetici ve öğretmen, eğitmen adaylarından bazıları seferberlik emri ile ikinci askerliğe çağrıldığından yerlerini doldurmak zor oluyordu. Savaşın bir diğer yansıması da, bölgelerde gece zorunlu karartma uygulanmasıydı. Enstitüler için gerekli olan yapı vb. araç gereçlerini bulmak ta hiç kolay olmuyordu. Üstelik binlerce yatılı öğrencinin bakımı ve donatımı için de büyük bir gider vardı. Gerçi öğrenciler malzemelerinin çoğunu kendileri yapıp dokuyup hatta ekip biçerek giderin büyük bir bölümünü karşılıyorlardı. Ama bazı gerekli malzemeleri bulmak ve satın almak yine de zordu…

Enstitüler ürettiği buğdaydan ekmeğini yapıyor, bezini dokuyup elbisesini dikiyor, sebzesini meyvesini üretiyordu. Bunun yanında birde çevre köylere ve öğrenci ana babalarına yardım bile ediyorlardı. Bin kişilik kızlı-erkekli yatılı öğrenciyi barındıran o büyük işletmeler, bu zor koşullarda bile bir eğitim kurumu olarak çok sağlıklı bir şekilde kurulup gelişiyorlardı. Tüm zorlukları devlete fazla yük olmadan kendi güçleriyle aşabiliyorlardı…

Köy Enstitülerinde zaman kavramı da diğer klasik okullardan çok farklıydı. Çünkü programın yarısı iş yarısı da teknik üretim derslerine ayrıldığı için sürekliliği doğaldı zaten, enstitülerin iş ve üretim çalışmalarını, belli saatlere, günlere, aylara sınırlayıp durdurmak neredeyse olanaksızdı. Bir tarım alanının ekimi, biçimi, hasatının kaldırılması ve de nadasının kendi doğal zamanları vardı. Hayvanların, ahırların, otlakların, bağın bahçenin bakımı vardı ve tüm bunlar hiç bitmeyen, bölünemeyen ve sonraya ötelenemeyen sürekli işlerdi…

Bu sebeple orada işler hepten durdurulup ta yazda ve kışta kurumu toptan kapatıp öğrenci öğretmen hep birlikte tatile çıkılamazdı. Nasıl ki, bir köyü veya kasabayı toptan boşaltamazsınız işte enstitüleri de o şekilde boşaltamazsınız. Çünkü oralar klasik bir okul değil, içinde her zaman yapılacak bir iş olan birer eğitim işletmeleriydi…

Köy Enstitüleri aynı zamanda, tek çatı altında çok programlılık niteliği de gösteren bir sistemdir. Köyleri kalkındırma düşüncesinden hareket edilerek; eğitmen kursu, ilk öğretmen yetiştirme programı, sağlık kolu, Yüksek Köy Enstitüsü, uygulama okulu, çocuk yuvası gibi birimleriyle de alttan ve üstten büyüme göstermesi sağlanmıştır. Bu hareket döneminin ve çağının çok ötesindedir de…

Köy Enstitülerini özgün ve üstün kılan özelliği; işe yaramaz bilgiyi ezberlemek yerine, sorun çözmeye yöneltmek, çevreyi ve insanı değiştirmek için bilgilenmek, bilgiyi iş içinde kullanarak eğitimin kültürel boyutunu zenginleştirip niteliğini yükseltmektir. Paylaşımcılığı ve imeceyi öğretmek, okuma alışkanlığı kazandırmak, edebiyatı sevdirmek, mantık disiplini altında düşünme yeteneği kazandırmak, matematik ve fen derslerinde öğrenilen ve kazanılan işlem yapma gücünü günlük işlerde ve problemleri çözmede kullanılmasını sağlamak, sorumluluk bilinci kazandırmak vb. özellikleri saymakla bitmez!

Bu Enstitüler müziğinden tiyatrosuna, resminden, heykeline, tavukçuluğundan balıkçılığına, marangozluktan yapı ustalığına, arıcılıktan örücülüğe, biçki-dikişinden el sanatlarına, sağlıktan teknik tarımına, motorculuktan tarım makine operatörlüğüne, edebiyattan fen bilimlerine vb kadar her işi her uğraşı, hakkı ile tekniğine uygun ve de eğitimli olarak yapabilecek insanlar ve yurttaşlar yetiştirmek üzere kurulmuşlardır. Teori ve pratikte hiçbir eksiği olmadığı gibi bu günlerin klasik ve de teknik eğitimine göre çok fazlası bile vardır.

En basit gibi görülen işlerden birinin ders programına bir göz atalım isterseniz;

KÖY EV ve EL SANATLARI DERS ve ÇALIŞMALARI: Programın 8 numaralı teknik dersler çizelgesinin kızlar için olan 2. Bölümünde şu dersler yer alıyordu; a) Biçki-Dikiş, Nakış b) Örücülük ve Dokumacılık c) Ziraat Sanatları, bu derslerin saatleri de azımsanacak türden değildi. Mesela; 2.ve 3. Sınıflar biçki-dikiş, nakış dersini haftada 6 saat görürken, 4.ve5.sınıflar 7 saat görüyordu.

Örücülük ve Dokumacılık dersini 2.ve 3.sınıflar haftada 6 saat görüyor 4.ve 5.sınıflar da 7 saat görüyordu. Ziraat Sanatları dersini de yine aynı saat programı üzerinden görüyorlardı. Ayrıca; kız öğrenciler haftada 1 saat erkek öğrencilerle ortak ‘’ Makine ve motor kullanımı’’ , 10 saat’te el sanatları dersi görüyorlardı. Bu en basit ders programıydı diyebiliriz. Düşünsenize bu eğitim uygulamasının bugün de devam ettiğini?

Bir de meslek dersi olarak okutulan ‘’ ÖĞRETMENLİK BİLGİSİ DERSLERİ ’’ ne bakalım mı?
 
1-Toplumbilim ve Köy toplumbilimi
2-İş Eğitbilimi ve İş Ruhbilimi
3-Eğitim Tarihi ve İş Eğitim tarihi
4-Çocuk Ruhbilimi ve Ruh Sağlığı
5-Öğretim Yöntemi ve Uygulama
 
Biz bu derslerin içinden bir tanesinin mesela, ‘’Toplumbilim ve Köy toplumbilimi’’ dersinin araştırma konularına kısaca bir göz atalım isterseniz:
 
1-Köy nasıl incelenir?
2-Çiftçi mallarını koruma kanunu
3-1937 yılı Yozgat ve köylerini kalkındırma programı
4-Bazı Ankara köylerinde bir araştırma
5-Köy iş cetvelleri açıklaması
6-Türk köyünün kalkınma yolları
7-Köy Muhtarlarının kalkınma görevi
8-İktidar mücadelesinde köy muallimi
9-Basit ekincilik yapan tabiat insanları ve saban kültürünün doğuşu
10-Ankara toprakları ve suları hakkında rapor vb. ders araştırma konularından bazılarıdır…
 
Öğretmenlik Bilgisi derslerinin başka bir etkinliği ise (staj) uygulama çalışmasıydı. Köy Enstitülerinde staj, başka okullardakilere benzemezdi. Önce Enstitü içindeki uygulama okullarında başlardı çalışmalar. Her öğrenci, Öğretmenlik Bilgisi dersi öğretmeninin rehberliğinde uygulamalar yapardı. Daha sonra da en az 20 günlük ‘’ Köy okulunda uygulama ’’ başlardı. Uygulama köyleri önceden saptanırdı. Böylece öğrenciler (öğretmen adayları) atamaları yapılmadan önce gidecekleri yerlerde gerçek inceleme yaparlar ve deneyim kazanırlardı.

Uygulama okullarında, öğrenci kaynağı sıkıntısı da yoktu. Çünkü enstitüde çalışan yönetici, öğretmen, iş görenler vb. çocuklarına ilköğretim eğitimi veriliyordu. Nedeni ise Enstitülerin çoğunun kentten uzak olması, bu nedenle de çocuklarının eğitimi önemli bir meseleydi. Çözümü de bu şekilde yapılıyordu.

İkinci bir öğrenci kaynağı ise, Enstitü çevresindeki köylerin çocuklarıydı. Üç sınıflı eğitmenli köy okullarındaki yetenekli çocuklar, özellikle de kız çocukları alınıp uygulama okullarında, eğitimleri 5.sınıfa tamamlanarak enstitü bölümüne geçiriliyorlardı.

Sistemin muazzamlığına bir bakar mısınız? Buradan hedefle şu anlaşılıyor ki; Özellikle kızların yani geleceğin kadınlarının ve de annelerinin, eğitimli olduğu bir toplumun eğitim işi daha sonraki yakın bir gelecekte çok kolay olacaktı…

Devamı
 
Murat TEKİNEŞ


2024 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

SEVGİ YAŞAMSALDIR, ÖTELENEMEZ! - 09/01/2024
SEVGİ YAŞAMSALDIR, ÖTELENEMEZ!
SEVGİ VE SAYGI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - 09/12/2023
SEVGİ VE SAYGI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
KİBİR - 17/11/2023
KİBİR
İKRA; OKU! VE GELECEĞİNİ TEFSİR ET! - 01/09/2023
İKRA; OKU! VE GELECEĞİNİ TEFSİR ET!
SON ADA - 13/06/2023
SON ADA
İNCE MEMED - 19/05/2023
İNCE MEMED
SEVDAYA DAİR… - 30/03/2023
SEVDAYA DAİR…
AHLAKTAN TAHARET - 21/03/2023
MANEVİ KİRLİLİKTEN TEMİZLENME VE ARINMA...
EĞİTİM İHTİYAÇ MI? YOKSA BİR DAYATMA MI? - 08/05/2020
EĞİTİM İHTİYAÇ MI? YOKSA BİR DAYATMA MI?
 Devamı