• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/annebabaokulu
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905327001004
  • https://www.instagram.com/matematikkafe
TRANSLATE
DESTEK OL
ÜYELİK GİRİŞİ
REKLAM ALANI-1

MATEMATİK DÜNYASI
EĞLENCELİ MATEMATİK
OKUL BAŞARISI
PSİKOLOJİ
SİTE HARİTASI
ZİYARET BİLGİLERİ
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam261
Toplam Ziyaret2483816

Travmalar ve travmanın bilgeliği

Travmalar

Travmalar ve travmanın bilgeliği (Gabor Mate)


Bu yazı ‘The Wisdom Of Travma’ belgeselinin özeti niteliğindedir. Rahimdeyken yaşadığımız ilk deneyimler; Kimliğimizi görme şeklimizi, Diğer insanlara bakış şeklimizi,Onlara güvenme derecemizi ve dünyadaki yerimizin şablonunu oluşturmaya yarar.’ diye başlıyor Travmanın Bilgeliği.

 

Gabor Mate emekli bir tıbbi doktor. 30 yılı aşkın bir süre bağımlılık ile çalışmış ve bunun sonuncunda şöyle bir çıkarım yaptığını söylüyor: Neredeyse tüm hastalıkların, ruhsal hastalıkların, fiziksel rahatsızlıkların ardında aslında travma var. Travmatik tepkilerimizin ve izlerimizin kendimizin olmadığını, bunların üstesinden gelebileceğimizi ve böylece kendimiz olabileceğimizi fark ettiğimizde travmadaki bilgeliği fark ederiz.

 

Pek çok insanla konuştuğumda çocukken yaşadığı travmatik deneyimleri sırtınızda taşıdığınız bir maymun gibi kendileri ile taşımakta olduklarını gördüm. Travma nasıl başa çıkacağınızı bilmediğiniz kuvvetli bir tehdittir. Travma başınıza gelen kötü şeyler değildir. Başınıza gelen şey sonucu içinizde yaşadığınız şeylere travma denir.


TRAVMA TEMEL OLARAK BENLİKLE BAĞLANTI KOPUŞU DEMEKTİR. NEDEN KENDİMİZLE BAĞLANTIMIZ KOPAR?


Çünkü kendimiz olmak acı verir. Ardından bu hayat boyu süren bir dinamik olur. Artık duygularımı kontrol etmeyi bilmiyorum. İncinmiş hissettiğim ilişkilerimde hemen geri çekiliyorum ve böylece nasıl uğraşacağımı bilmediğim o duygularla uğraşmıyorum. İçgüdüsel hislerim olduğu zaman bu hisleri takip etmiyorum. Kendime riskli durumlar yaratıyorum.


Travmalar beynimizin gelişme şeklini etkilemekte. Nasıl tepki verdiğimiz, nasıl kendimizi düzenlediğimiz, stresle nasıl başa çıktığımız diğer insanlarla nasıl etkileşime girdiğimiz, ne kadar öngörü ve empatiye sahip olduğumuz beyinle alakalı bir durumdur. Mid-frontal korteksin bu işlevleri, travma tarafından sınırlandırılır ve daraltılır. Artık beynin çevre ile etkileşim içerisinde geliştiğini biliyoruz. Travma geçiren çocukların beyinleri, geçirmeyenlere göre farklı gözükür.


Daha sonra hapishanede yapılan bir grup çemberi ve bağımlılıkları bulunan bir grupla terapiden örnekler veriliyor. Buradan çıkan sonuç travmaların sonucundaki duygularını görmezden gelip korunma içgüdüsü ile davranmanın nesilden nesile aktarılan bir özellik olduğu.


Acı olduğunda ve bunu paylaşacak kimse olmadığında ve çocuğun bununla başa çıkmak çok sınırlı kaynakları olduğunda çocuğun yaptığı şey kendisinden kopmaktır. Kendinizden koptuğunuzda ise kendiniz olmazsınız. Kendinizi kaybedersiniz. Travmadan konuşurken genelde başına kötü şeyler gelen birinden bahsederiz. Ancak travma tam olarak bu değildir. Travma, başınıza gelen kötü şey ile ilgili olmayabilir.


Yani çocuklar incindikleri için travma yaşamazlar. Çocuklar acıyla yalnız kaldıkları için travma yaşarlar.


Dr. Gate bebeklerle fiziksel temasın öneminden bahsediyor sonrasında. Kuzey Amerika’da bebeklerin ağlamalarını görmezden gelerek uyumalarına yardımcı olmayı öğreten büyük bir düşünce okulu var.’ ,deyip bu düşüncenin çok yanlış olduğundan bahsediyor. Bebeklerin bağ kurmak için tutunmaya ihtiyacı vardır. Bir bebeğin ebeveynlerinin kucağında uyumasından daha doğal bir şey yoktur. Kendi bebeğinizi ağlamaya bırakacak kadar içgüdülerinize yabancılaşmayın diyor Dr. Gate. Çocuklar ilişkiye muhtaçtır.


Bağımlı kişilerle yaptığı bir grup terapisinde, kişilere neden madde kullandıklarını soruyor. Oradaki kişilerden gelen cevaplar; daha özgür hissettiğim için, daha canlı hissettirdiği için, tamamlandığım için ve özgüvenimi arttırdığı için oluyor. Dr. Gate:


-Bağımlılıklar kötü seçimlerin sonucudur denince öyle olmadığını biliyoruz. Bu aslında bir sorunun çözümü.


Bağımlılığın öncül sorun olmadığını anlayabilirsek ve bunun aslında travmaya bir cevap olduğunu görebilirsek bağımlılığı tedavi etme yolunun travma tedavisinden geçtiğini anlayabiliriz. Yani kişiyi buna iten yarayı bulmamız gerekir. Travmatize olmuş bireyin altında kendini hayatı boyunca ifade edememiş sağlıklı bir birey vardır. Kendini ifade edememiştir çünkü kendisini ifade edecek alan ona hiç sağlanmamıştır ve kendi özgün kişiliklerini destekleyecek ilişkiler sağlanmamıştır.


Pek çok kişide travmaya neden olacak sosyal bir yapı söz konusu. Bu pek çok kişi gerçeklerden kaçan bağımlılık yaratan davranışı teşvik eder. Bu iç eğilimler toplumun dışarıdan görünüşü ile aynı hizadadır. Bu durum genel hatları ile normal görülmeye başlar. Temelde mesaj şudur:


Dünyayı zihnimizde oluştururuz. Eğer dünyanın berbat bir yer olduğu bakış açısına sahipsem agresif, şüpheci ve rekabetçi olan bir dünyada yaşamam gerekir. Bu yüzden büyüklenmeci ve kurnaz olmam gerekir çünkü içinde yaşadığım dünya da böyle. Bu tarz insanlar toplumumuzda GÜÇ ile ödüllendiriliyor.


Travma sahibi bireyler çocukluklarındaki travmayı gördüklerinde ve etrafındaki insanları fark ettiklerinde gelişim olur. Ötekileştirme gider, insanlık devreye girer. Bu toplum olarak ulaşmamız gereken bir noktadır. Birbirimizi görmekle başlamalıyız. Ne yaşandığını görmeliyiz sorunumuz ne diye bakmamalıyız.


Gabor Gate 30’lu yaşlarında işkolik başarılı bir doktorken kendi travmasını fark ettiğini söylüyor.


-Neden işkolik bir doktordum? Çünkü bebekken aldığım mesaj; dünyanın beni istemediği mesajıydı. (Öncesinde bir yerde, annesinin Nazilerden kaçarken daha bebekken onu bir süre bir akrabasına bırakmak zorunda oluşundan bahsetmişti.) İstenmemek ile nasıl başa çıkarsınız? Kendini gerekli kılarsınız. Travmaya uğramışsanız ve sevilebilir olduğunuzu düşünmüyorsanız tıp fakültesine gidin. O zaman sizi hep isteyeceklerdir.’ diyerek bahsediyor kendi öyküsünden.


Travmatize olmuş kişiliğin altında, bu hayatta karşılığını bulamamış sağlıklı bir birey var. Bunu görürseniz o zaman travma bilgisine sahip olursunuz. Mesele travmayı iyileştirmek ya da olanlarla ilgili anılardan kurtulmak değil, tüm bu duygulara yer olması için o kişini zihnin genişlemesine yardımcı olmaktır.


Gabor gate’in eşinin sözleri ile bitiyor belgesel.


İkimiz için de manevi bir iş oldu ve ben bu ilişki içinde büyüdüm. İlişki içinde iyileştim ve hala iyileşiyorum. Bu benim için inanılmaz bir aşk hikayesi. Nasıl değiştiği gerçekten ilham olunası cinsten. Yaşlandıkça bir şekilde özgürleştik ve gençleştik.


Dr. Gate:


–Travma ömür boyu süren bir bastırmayı, muazzam bir enerji harcamasını ve acıyı hissetmemeyi içerir. İyileştikçe aynı enerji hayatımızı ve anda kalmayı kolaylaştırır.


KAYNAK: https://edebiyatveanne.wordpress.com/2021/07/29/travmanin-bilgeligi/


GABOR MATE'YE GÖRE İYİLEŞMENİN YEDİ ADIMI


1. Kabul


“Kabul, olayları olduğu gibi tanımak ve kabul etmek konusundaki istekliliktir. Negatif düşüncenin, geleceğe yaklaşımımızı belirlemesine müsaade etmeden, kavrayışımızı bilgilendirmesine izin verme yürekliliğidir. Kabul, bizi rahatsız eden koşulların devamına boyun eğip katlanmayı değil, olayların şu andaki olagelme biçiminin inkârını reddetmeyi gerektirir. Tam ve bütün olabilecek kadar değerli veya ‘iyi’ olmadığımıza dair, derinlerde beslediğimiz inanca karşı çıkar.”

 

Buradaki kabullenme yaklaşımı içerisine çok önemli başka bir kavramı daha ekleyebiliriz: şefkat hatta daha net olmak gerekirse öz-şefkat. Kabul; kişinin kendisiyle şefkatli bir ilişki içinde olduğunu gösterir. Olanı olduğu gibi görebilmek ve şefkat, aynı zamanda mindfulness’ın da tam kalbinde yer alan özellikler. Özellikle ikinci yazıdaki örnek vakalarda görüyoruz ki, önemli bir hastalık geçiren birçok hastanın benimsemiş olduğu çifte standartla kişi başka birisine otomatik olarak göstermiş olduğu şefkatli ilgiyi kendisine gösterme konusunda çok geride kalıyor. Elbetteki nasıl hayır diyeceğini bilmiyorsan, kendini hayır demeye zorlayamazsın. Fakat en azından hayır demekte güçlük çektiğin gerçeğini kabul ederek kendine şefkatli ilgini gösterebilirsin.

 

Kişinin kendisine dair şefkatli bir merak içerisinde olması, hakkımızda keşfettiğimiz her şeyi sevmemiz gerektiği anlamına gelmez; ancak kendimize de, acı çeken ve yardıma muhtaç birine gösterdiğimiz gibi yargılamayan bir kabulle yaklaşmamız anlamına gelir.


2.Farkındalık

Hayvanlar ve çocuklar gerçek duygusal işaretleri fark etmek konusunda son derece yeteneklidir. Birisini baktıklarında ağzından çıkan kelimelerden çok duygusal ifadelerine tepki verirler: tonlama, beden dili, surat ifadeleri. Ancak dil becerisi kazanmak gibi çeşitli sebeplerle yaşın ilerlemesiyle birlikte bu beceriyi kaybetme eğilimi gösteririz. Daha önce de görmüş olduğumuz gibi özellikle çocukluk döneminde edinebildiğimiz duyguları bastırma eğilimi ile birlikte bu beceri tamamen körelebilir. İyileşmek veya sağlığını korumak isteyen herkesin duygusal realitesini tanıma konusunda kaybettiği bu beceriyi yeniden edinmesi gerekmektedir. Büyüdükçe kaybettiğimiz bu içsel tepkileri yani sezgilerimizi tekrar bulmamız gerekiyor. Zihnimizin kaçırdığı ipuçlarını, bedenimizin verdiği tepkilerde yakalamayı öğrenebiliriz. Parantez açıp söyleyebilirim ki farkındalık, aynı zamanda yoga uygulamasının da temelinde yer alıyor. Uygulamada asıl mesele bedeni çeşitli şekillere sokup pozlara girmek değil, o pozlar üzerinden edinmiş olduğumuz farkındalık. Sadece fiziksel sağlığımızı tekrar kazanmak ya da korumak için değil, ruhsal potansiyelimize ulaşmak için de öncelikle hayatı deneyimlediğimiz bedenlerimizle dolaysız bir bağ kurmamız ve sonrasında katman katman daha derinlere inmemiz gerekiyor. İlk adım farkındalık.

 

“Farkındalığımızı geliştirmek için pratik yapmamız, ruhsal durumumuzu sürekli dikkatle izlememiz ve bu içsel algılara, sözlerin -kendimizin veya başkasının- taşıdığı anlamdan daha çok güvenmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Ses tonu nasıl? Tınısı nasıl? Gözleri kısık mı, açık mı? Rahat mı, yoksa gergin bir şekilde mi gülümsüyoruz? Kendimizi nasıl hissediyoruz? Neremizde hissediyoruz?”


3.Öfke

Neden öfkeleniriz? Hayvanlar aleminde öfke, negatif bir duygu değildir. Bir hayvan, temel bir ihtiyacı tehlikeye girdiğinde veya engellendiğinde öfkelenir. Bir tehlike karşısında açığa çıkan savaş ya da kaç tepkilerinden her ikisi de büyük bir enerji harcanmasını gerektirir ve yaralanma ya da ölüm riskleri yaratır. Savaş ya da kaç enerjisinin açığa çıktığını hisseden hayvan, bu tepkileri göstermeden önce öfkesini sergiler. Sergilediği bu öfke, genellikle tehditi, anlaşmazlığı hiçbir tarafın yara almasına gerek kalmadan çözüme bağlar. Örneğin köşeye sıkışmış bir hayvan, kendisini köşeye sıkıştıranı, sert bir öfkeyle karşılar. Öfke, ya avcıyı korkutarak ya da avın başarılı bir şekilde direnmesini sağlayarak hayvanın hayatını kurtarabilir. Benzer şekilde aynı türden olan ve grup dışından gelen bir yabancı, hayvanın egemenlik alanına girip bir tehlike oluşturduğunda öfke doğabilir. İki hayvan, hemen fiziksel bir muharebeye girerse, birinin veya her ikisinin de yaralanması hatta ölmesi muhtemeldir. İşte bu durumda doğa, her ikisini de öfkelerini sergilemeye teşvik ederek bir çözüm sunar: Dişler gösterilir, kabadayı beden hareketleri sergilenir, korkutucu sesler çıkarılır. Çoğunlukla daha ikna edici gösteriyi yapan, bu gösteriyi kazanarak, iki tarafa da zarar gelmesini engeller.

 

Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde, öfkenin engellenmesinin, dışa vurumundan daha fazla fizyolojik stres yarattığı tespit edilmiştir. Aynı kafese konulduklarında kavga eden farelerde, daha uysal hayvanlara oranla tümörlerin daha yavaş büyüdüğü gözlenmiştir. Araştırmalar bir yana, Doktor Gabor Mate'nin de birçok hastada, çok net bir şekilde gözlemlediği üzere, öfkeyi aktarma konusunda güçlük yaşayan insanların, ciddi hastalıklara yakalanma riskinin, çok daha fazla olduğunu görebiliyoruz. Ancak bu noktada bir ikilem ile karşı karşıyayız. Çünkü diğer tarafta, öfkelerini şiddetli patlamalar halinde sergileyen anne-babaların çocuklarına, hem psikolojik hem de fiziksel zararlar verdiğini de görebiliyoruz. Ayrıca öfkeyi bu şekilde, dizginlenmemiş patlamalar halinde yaşayan kişilerin bizzat, yüksek tansiyon ya da kalp rahatsızlıkları gibi hastalıklara yakalandığını da biliyoruz.

 

Öyleyse bu öfke ikilemini nasıl aşabiliriz? Hem bastırmanın, hem de hiddetin, sahici öfke deneyimleri yaşama korkusunu temsil ettiğini söylüyor Gabor Mate. Bu noktada sahici öfke yani sağlıklı öfke ile, hiddetlenme arasında doğru bir ayrım yapmamız gerekiyor. Sağlıklı öfke, bir güç ve bir gevşeme sağlar. Gerçek öfke deneyimi "patlamadan gerçekleşen, fizyolojik bir deneyimdir." Kaygıların ortadan kaybolması söz konusudur. Sağlıklı öfke yaşanmaya başladığında dramatik bir şey görmezsiniz. Bilakis, tüm kasların gerginliğinde bir azalma gözlemlenir.

 

Öfke gevşeme ise, hiddet nedir peki? Mesele şu, eğer insanlara hiddetlendiklerinde ne yaşadıklarını sorarsanız, çoğunluğu anksiyeteyi tarif edecektir. Suratlarımızın gerilmesi, kaslarımızın kasılması, gergin ses, darlaşan sesler; bunlar öfke değil, anksiyete işaretidir. Hiddet nöbetleriyle gelen patlama, insanda öfkeye eşlik eden anksiyeteye karşı geliştirilen bir savunmadır. Örneğin bir çocukta anne babasına karşı yükselen öfke dalgası, saldırgan bir enerjiye de yol açtığından, çocukta bir suçluluk duygusu da yaratır. Sevilen birinde karşı agresif duygular yaşamak, bir insan için son derece anksiyete yaratan ve suçluluk üreten bir şeydir. Haliyle, ebeveynler öfkenin yaşanmasına ket vurup yasakladıkça, çocuk açısından bu deneyimin, anksiyete üretme ihtimali artar ve kişi de çocuklukta yerleşen bir bastırma refleksi geliştirerek, ciddi hastalıklara zemin hazırlayabilir. Katlanılmaz hale gelen, ve eşliğinde, korku ve kaygı öğeleri barındıran bu durumlar, patlayarak hiddete yol açar. Dolayısıyla tamamen zıt gibi görünse de aslında hiddet de, bastırma gibi, sağlıklı öfke deneyimini önleyebilmemizin bir başka yoludur. Her ikisi de korku ve kaygıyı temsil eder ve fizyolojik stres tepkilerini tetikler. Daha önceki yazılarda da bahsettiğim gibi bu fizyolojik stres, ciddi hastalıklara zemin hazırlıyor. Kitapta bir Woody Allen filminde geçen sahneden bahsediliyor. Karakterlerden biri şöyle diyor: "Ben hiç öfkelenmem, onun yerine vücudumda tümör yaratırım" Kitap boyunca bu komik lafın aslında nasıl gerçeğe dönüştüğüne dair birçok örnek var.

 

Ciddi hastalıklara yakalanan insanlara çoğunlukla gevşemeleri, pozitif düşünmeleri, stres seviyelerini azaltmaları tembihlenir. Gabor Mate diyor ki, bunların hepsi iyi tavsiyeler olmakla birlikte, stresin temel kaynaklarından biri olan öfkenin içselleştirilmesi unsuru açıkça teşhis edilip ele alınmadıkça bu tavsiyelere uyulması mümkün değildir.

 

Öfke için düşmanca patlamalar gerekmez. Bu, her şeyden önce yaşanması gereken fizyolojik bir süreçtir. İkinci olarak öfkenin, bilişsel bir değeri vardır. Kendime, öfkemi yaşamama veya kızgınlığımı tetiklemiş olabilecek şeyi, enine boyuna düşünme imkanı verirsem, kimseye zararım dokunmadan, muazzam bir güce erişirim. Kızgınlığımı gerekli sözler veya hareketlerle sergileyebilirim, fakat kontrolsüz bir celallenme biçiminde köpürüp patlamam gerekmez. Sağlıklı öfkede kontrol, dizginlenemeyen duygular değil, kişinin kendisi sorumlu olur.

 

Gabor Mate başka bir terapistin öfke tanımını alıntılıyor: "Öfke, Tabiat Ana'nın bizlere küçücük bir çocukken verdiği, hakkımızı savunup, Ben önemliyim deme enerjisidir." Sağlıklı öfke enerjisi ile yaralayıcı duygusal ve fiziksel şiddet enerjisi arasındaki fark, öfkenin sınırlara saygı gösteriyor olmasıdır. Kendi hakkımızı savunmak, kimsenin sınırlarına tecavüz etmez.


4. Özerklik

“Basit biyolojik perspektiften bakıldığında, tabiatın nihai hedefi fiziksel organizma olmalıymış gibi görünebilir; oysaki tabiatın daha yükseklerdeki hedefi özerk, kendi kendini yöneten bir ruhtur. Akıl ve zihin; ağır fiziksel zararları atlatabilir, fakat ruhsal bütünlük ve özgürlük tehlikeye girdiğinde fiziksel olarak bedenin de çökmeye başladığını sıkça görüyoruz.”

 

Kitapta sıkça tekrarlayan ve bizim yoga ve benzeri disiplinlerle de sıkça üzerinde çalıştığımız bir unsur olan sınır meselesi bu noktada tekrar gündeme geliyor. Farkındalık üzerinden tekrar kazandığımız ve gerektiğinde sağlıklı bir öfkeyle savunduğumuz sınırlarımız içerisinde özerk bir benlik hissi inşa etmenin önemini görüyoruz. Bu yazı serisi boyunca da bahsettiğim gibi duygusal bir karmaşa sonucu sınır ihlalleri yaşayan insanların ciddi bir hastalığa yakalanma riskinin ciddi oranlarda arttığını biliyoruz artık. Sınırlar ve özerklik sağlık için elzemdir.

 

Kitapta başka bir doktor ve terapist olan Dr. Joann Peterson’ın görüşlerine yer verilmiş: “Kişisel sınır, kendimin veya diğer şahsın enerji yüklü bir deneyimidir... Sınırlar görünmez, kim olduğumuzu tanımlayan bilinçli, içsel bir hissiyatın sonucudur. ‘Hayatımda ve ilişkilerimde ne arzuluyorum, neyin daha çok veya daha az olmasını istiyorum, veya neyi istemiyorum, belirlenmiş sınırlarım neler?’ sorusunu kendi kendinize sormanızla başlar süreç... Bu kendini tanıma sürecinde, içsel bir öz referans noktasından hareketle bu belirli zamanda ne kadar değerimiz olduğunu ve hayatta ne istediğimizi tanımlarız; kontrol odağı kendi içimizden gelir.” Öyleyse, özerklik o içsel kontrol merkezinin gelişimidir.


5. Bağlılık

“Bağlılık, dünya ile kurduğumuz bağlantımızdır. Erken bağlılık ilişkilerinde açık, kendi kendini besleyen ve sağlıklı biri olarak kalma becerisini ya kazanır ya da bu beceriyi kaybederiz. Bu erken bağlılık ilişkilerinde, öfkeyi yaşamayı veya öfkeden korkup, onu bastırmayı öğreniriz. Özerklik hissimizi orada geliştirir veya köreltiriz. Bağlantı, iyileşme açısından da hayati nitelik taşır. Yapılan çalışmalar peşpeşe, sosyal temas içerisinde olmayan insanların -yalnızların- hastalığa en açık konumda bulunduğunu tespit etmektedir. Samimi duygusal destekle beslenen insanlar ise, hastalıkları ne olursa olsun, daha iyi bir seyir izler.”

 

Başkalarıyla temas kurma girişimlerimizin hüsranla sonuçlandığı zamanlarda, kendimizi dışarıya kapatarak bu arzumuza gem vurma eğilimi gösterebiliyoruz. Bazen bu eğilimler küçük yaştan itibaren bir alışkanlık haline gelerek bir kişilik özelliği görünümüne bürünebiliyor. Ancak iyileşmemiz için kendimize başkalarıyla temas kurma arzumuzu gerçekleştirme izni vermemiz gerekiyor. Duygusal hassasiyetten korkmamamız gerekiyor. Artık kendimize sosyal bir canlı olan insanın biyolojik olarak kodlanmış karşılıklı bağlantı kurma ihtiyacını gerçekleştirme ve sevilebilir biri olduğumuzu hatırlatma izni veriyoruz. Özerklik ile dengeli bir sosyal bağ kurma iyileşme için elzemdir.


6. Kendini ortaya koyma

“Kabul ve farkındalığın ötesinde, öfkenin yaşanması ve özerkliğin geliştirilmesinden başka, bağlılık becerimizi ve bilinçli temas arayışımızı kutladıktan sonra gelen anahtar, kendimizi ortaya koymaktır: Kendimize ve dünyaya, var olduğumuzu ve kimsek o olduğumuzu ilan etmektir.”

 

Kitap boyunca birçok vakada kendi varlığını kanıtlamak için sürekli bir eylemde bulunma ve başarılı olma inancı içinde debelenen birçok kişi ile karşılaşıyoruz. Özgür eylemde bulunma ihtiyacı ne kadar önemli olsa da burada bahsettiğimiz kendini ilan etme anlamındaki kendini ortaya koymak, eylem içerisinde bulunmaktan daha derin bir anlam taşıyor. Varoluşumuzun ifadesi, geçmişimizden, kişiliğimizden, yeteneklerimizden ve algılarımızdan arınmış bir şekilde kendimize biçtiğimiz pozitif değerdir. Kendini ortaya koymak, varoluşumuzu şu ya da bu şekilde haklı göstermemiz gerektiği şeklindeki temel inanca karşı çıkar ve eyleme geçme ihtiyacını bırakmak anlamı taşır. Bir yapma halinden ziyade bir oluş halidir.


7. Olumlama

Bir şeyi olumladığımızda, pozitif bir beyanda bulunarak değerli bir şeye yöneliriz. Bu son aşamada iyileşmemize ve tamlığımızı korumamıza yardımcı olabilecek iki temel değer bulunmaktadır.

 

Birinci değer, kendi yaratıcı benliğimizdir. Herkesin içinde bir yaratma dürtüsü var. Bu dürtü çeşitli kanallarla ifade bulabilir: yazıyla, sanatla veya müzikle, mühendislik becerileriyle veya yemek pişirmek, bahçe düzenlemek gibi her birimize has çok çeşitli yollarla. Buradaki asıl mesele, o dürtüye sahip çıkıp hakkını vermektir. Kendi yaratıcı dürtümüzü gerçekleştirmek, iyileşmek için bir gerekliliktir.

 

İkinci temel olumlama ise, evrenin kendisidir, yani bizim bütünle bağlantımızdır. Kopuk, tek başına, dış dünyayla teması olmadan yaşayan bağımsız varlıklar olduğumuz illüzyonundan sıyrılmaktır. Bunun yoga felsefesindeki tam karşılığı olan “ahamkara”, yani her şeyden kopuk bağımsız bir “ben” varım cehaletinden sıyrılmaktır. “Fiziksel olarak, evrenden ayrı olduğumuz hissinin yanlışlığını fark etmek kolaydır: ‘Külden, küle’ dönüşmüyoruz, hayat bulmuş külleriz hepimiz. Geçici bilinçlilikle evrenin bir parçasıyız, fakat asla evrenden ayrı değiliz. Spiritüel çalışmalarda arayış sözcüğünün bu kadar sık kullanılması tesadüf değil yani.”

 

Hastalıkla karşı karşıya kalan birçok insan, neredeyse içgüdüsel bir şekilde ruhsal benliklerini aramaya çıkar. Birçoğu için hiç de kolay bir arayış değil bu. “‘Ara ki bulasın’ demiş bir ulu bilge. Arayışın kendisi bulmaktır zaten; zira insan ancak halihazırda var olduğunu bildiği bir şeyi tutkuyla arayabilir.”

 

Gabor Mate’nin de belirttiği üzere sağlık üç temele dayanır: Beden, zihin ve spiritüel bütünlük. Bunlardan herhangi birinin yok sayılması denge yitimine ve hastalığa davetiye çıkartmak anlamına gelir. Şifa bulmak söz konusu olduğunda Nasreddin Hoca’nın yaptığı gibi sadece kolaydaki yerlere bakarak değil, daha karanlık ve çetrefilli bir yer olan içimize de bir yolculuk yapmamız gerekiyor ve hepimiz böyle bir yolculuk gücüne sahibiz.

 

KAYNAK: onuraksoy.co/single-post/2019/05/27/gabor-mate-3-negatif-d%C3%BC%C5%9F%C3%BCncenin-g%C3%BCc%C3%BC-ve-i%CC%87yile%C5%9Fmenin-yedi-anahtar%C4%B1

376 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın